İnsanların heybetleri, güçleri haklılık ve himaye olarak yanlış algılanmış. Büyüklere karşı gelinir diye yanlışlar doğru bilinmiş.

Haklı değil, güçlü kabul görmüş. Emanet ehline verilmemiş. Duyguları istismar eden ümit tacirleri kurtarıcı olarak şakşakçılar tarafından taltif edilmiş. Makamlar hizmet yerleri değil, güç ve nüfuz sembolleri olmuş. İnsana hizmeti ibadet kabul edilenler ezilerek önleri kesilmiş. Ama aynı yüzler Yaratandan daha fazla isteyerek, af ve bağışlanmalarını isteyerek zulümlerini görmezlikten gelmişler. Dolayısıyla yönlendirmelerle gayri resmi yollara meşruiyet kılıfı aranmış. 

Sadece şekil itibarı ile insanlık kisvesi aldatıcı olmuş. Kibir, yalan, hırs, aldatma, iki yüzlülük, bencillik,  sahtekârlık, haksızlık, nefret,  istismar, işkence, hırsızlık,  zulüm, yaralama… gibi kötü hasletler en kötü arkadaş olarak et ve tırnak misali olmuş. Ayna diye büyüklerine bakanlar sanki bukalemun olmuş. Model yanlış olunca imalattaki seri üretimler hata vermeye başlamış. Farkında olmadan bu kötü hasletler adeta insanı bırakmayan hastalık olmuş.

Sıkıntılar, kederler içler kan ağlasa da yaşanmaktadır. Nedense tecrübe sonrası doğrular veya yanlışlar test edilerek tespit ediliyor. Tedavi metodu tercih edilerek kaynak ve zaman israfına sebep olunuyor. Daha da önemlisi tedavi ya her zaman sonuç vermiyor, ya da silinmez izler bırakıyor. Nedense daha masrafsız, zahmetsiz, üstelik kötüye gidişi durduran koruyucu ve önleyici boyut sanki ikinci plana atılıyor. 

Gösterişten öte samimi, kanaatkâr, vakur, defosuz, olmazsa olmaz karakter şemasında her ne kadar sayısı az da olsa muhabbet, merhamet, hürmet, adalet, kardeşlik, samimiyet, iyilik, doğruluk, estetik ve kutsal değerlerle tezyin edilmiş bir gönül ikliminde insanın kendisine, başka insanlara çevresine zarar vermesi söz konusu olabilir mi?

   
İşte şekilden öte hassas bir bakış açıyla kalp merkezli güzel hasletlerin vücut sisteminde kanı pompalarcasına hücrelere hayat vermede hiç arızdan, asayişin ve emniyetin ihmalinden, ihlalinden söz edilebilir mi?

Düşünsenize şekilden öte insan olduğunun farkına varabilen, hayatın bir amacı olduğunun farkında vararak başıboş yaratılmadığını unutmayan, emanet ve mükemmel bir eser olan kendine, diğer insanlara zarar verebilir mi, zevkle insanı, dolayısıyla insanlığı yok edebilir mi? 

İşte asıl mesele gerçek anlamda insan olmaktır, insan olmanın şuurunda bir yaşam tarzını hayatın içerine yerleştirmektir. İnsanın kendisine fırsat vererek kendisi ile yüzleşebilme olgunluğunu göstermesi, devletin de bu yönde politikalar oluşturulması sonuca götürebilecek bir yoldur. Yani insan kendisini seviyor ve kendisine değer veriyorsa, devlet de aynı yaklaşımı vatandaşına gösterecekse bu doğru bir adım ve yeni fırsat ile insana yakışan bir programın startını vermektir. Yani doğru ve sağlıklı bir teşhis sonrası yine aynı doğruluk ve duyarlılıkla tedavi yapabilmektir. 

İşte gerçek açılım bu…