Açılım… Belki de son ayların, yılların en çok konuşulan ve tartışılan konusu. İlgili olan da, olmayan da, hakkı olan da olmayan da, haklı olan da olmayan da konuşuyor açılımı. Hani toplumun da kabul gördüğü, bir ara reklamlarda da kendinden bahsettiren “ ağzı olan konuşuyor.” ifadesi var dı ya.
Ehliyet, yetki, konulara vakıf olabilme, konu ile ilgisi olma gibi durumlar kimin umurunda. Özellikle siyaset, din ve spor denildiğinde maşallah herkes konuşuyor(!)
Toplum öyle şartlanmış ki açılım denildiğinde birinci sıradaki konu herkes tarafından yerini almış bile. Oltalar hazır sanki herkes malum açılım balığının oltasına takıldığını düşünür bir halde. Açılım gündemli konuşmalar, yakınmalar, nükteli ve hicivli dokundurmaların önüne geçilir gibi değil.
Konuşmak elbette güzeldir. Tabii ki konuşmak lazım.Konuşmak da bir sanattır. Hatta “ güzel bir söz de sadaka.”Hele hele bir yerde bir şeyler konuşuluyorsa demek ki orada bir diyalog, ilişki, paylaşım, uzlaşma, mutabakat, alış-veriş…var demektir. Konuşmak belki de kendini açmak, açılmaktır. Ama…
Neyi, kiminle, nerede, hangi şartlarda ve ne zaman? …Konuşmak çok önemlidir. Yani konu ile ilgili geniş, tatmin edici bilgiye sahip olabilmek oldukça önemli bir noktadır. Bir diğer nokta konuşmadaki kiminle muhatap olunduğu ve muhatabın durumudur. Elbette ki oluşturulan şartlar, konum, zamanlama ve mekân da göz ardı edilememesi gereken önemli
diğer noktalardır. AMA…
Bir yerde bir şeyler eksik yapılıyor galiba. Korkularımız, evhamlarımız vesvese boyutunu almış. Üstelik cesaretsiz, pısırık, korkak yapmış insanı. Öyle ki bencilliğin doruklarında rahatlığı bozmamak için duyarsız, duygusuz olunmuş.
Devekuşu misali başlar kuma sokularak gerçeklerden uzak kalma yolu seçilmiş. Dün ile, tarih ile yüzleşilmemiş. Geçmişe nasıl kızar olunmuş. Kızıl Sultan diye sırt dönülen Padişahın,Doğu ve Güneydoğu’nun yeraltı kaynaklarındaki zenginlik haritasının anlamını alfabe söker gibi daha yeni anlamaya başlanmış. Eski, köhne, zamanı geçmiş diye tarih tozlu sayfalar arsında unutulmuş. Ne zaman ki ihtiyaç duyulmuş o zaman tarih ve büyüklerin yaptıkları dikkate alınır olmuş.
Genel bir önyargı ile dün bilimsel değil diye sırt çevirdiğimiz ucuz ve şifa vesilesi bitki dünyasına yeniden kapı açmak bunun en basit örneği değil midir?
“Demokraside çareler tükenmez” sözü menfaatler doğrultusunda yanlışlara kılıf yapılarak samimi ve dürüst olmayan nesiller yetiştirilmeye başlanmış. Daha hayata merhaba der demez kalıplaşmış ezberler, eğitim yuvası olan okulla kemikleştirerek sırtlara kambur yapılmış. Hayatın sıkıntıları yetmezmişçesine her gün ezbere antlar içilmiş, ama hep tersi yapılmış.
Her gün “…Türküm, doğruyum, çalışkanım; yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir…” diye hep ezberlemişiz ama nedense bu yeminin içeriği anlatılmamış. Türklerin özelliği, doğruluğun hakikati, çalışkanlığın tembellikle mukayesesi, sevgi, saygı, vatan, millete olan bağlılığın yasasıhep dillerde kalmış, gönüllere girememiş…