Kimler gelip göçmedi ki bu yalancı dünyadan, kimler ne saltanatlar sürerek veda etmedi ki fani dünyaya…

Kimler gelip göçmedi ki bu yalancı dünyadan, kimler ne saltanatlar sürerek veda etmedi ki fani dünyaya…Geçici zenginlikler, güzellikler kimleri aldatmadı, kimleri oyalamadı ki, kimler bu dünyanın peşinde koşmadı ki, kimler bu dünyayı terk etmek istedi ki!

Sahi kimler dünyadan neleri alıp götürebildi ki?

İnsan, âdem, adam, birey ifadeleri sadece etten yaratılmayan, aynı zamanda ruh ve kalpten oluşan kâinatın en mükemmel sanatını temsil eden katıksız, saf sözcükler…

İnsanoğlu daha dünyaya gelmeden o güzelim yerlerde kıskançlık ve aldatma baş göstermemiş miydi?

İnsanın parmakla sayıldığı, bir iki diye ifade edildiği o zamanlarda ateş ve toprak mukayesesi ile benlik tartışmalarında meleklik yerini kötülüğe tercih etmemiş miydi?

İblis güzel makamını reddedilmiş olarak Şeytan ismiyle değişik elbiseleri giymemiş miydi?

Ya yeryüzüne gelinen, dünya hayatının başladığı, insanların kalabalık olmadığı, herkese yetecek alan varken; su,toprak, hava bir noktada sonsuzken iki kardeş neyi paylaşamamıştı ki?

Neden kardeş kavgaları ile yeryüzü ilk kez insan kanı ile kana boyanarak bir baba ve anne hüzün fırtınasında evlat acısı çekmişlerdi ki?

Yoksa dünya hayatı yaşanarak tecrübe mi ediniliyordu?

Yoksa Adem’in nesline mesajlar mı vardı?

Hayatın başlangıcında kıskançlık, aldatma, çekememezlik, hazımsızlık, kabalık, kötülük, üzüntü, kavga ve ölümler kol gezerek başka kötülüklerin de mi habercisi miydi? Ta hayatın sıfır noktasında iyi ile kötü, güzel ile çirkinin kavgası o zaman başlamış ve hep de devam edecekti. Ya dünya kalabalıklaştıkça…

Kâinatın en mükemmel sanatı insan başıboş yaratılmadığına göre! İnsanların sayıları artıyordu, birler grup, gruplar cemaat ve toplum oluyordu. Dünya icatlarla, keşiflerle daha yakından tanınmaya çalışılıyordu. Derken nihayet sıfırdan onlara, yüzlere, binlere yükselen yıllar, insan sayıları ve daha sonra milyonları, milyarları bulan insanlar…

Hayat bir öğrenme süreci, her şey tesadüfen öğrenilmiyordu. Her alanda bilgiye ihtiyaç duyan insanı dünyaya gönderen, insana hayatı öğretecek kılavuzları, elçileri göndermesi kadar daha doğal ne olabilirdi ki!

Hayat yeni şeyleri öğrenme süreci ile hep daha ileriyi gösteriyordu. İnsanoğlu hayat adına yeni buluşlarla teknolojide, sanayide çağlar atlıyordu. Fetihlerle, savaşlarla, sömürgelerle kavimler ve dünya yeniden keşfediliyordu. İşte bu dünyada kimileri inat, mağrur, aldatma ile başlayanların uzantı ile kötülüklerin temsilcileri oldular. Kimileri de aldatma, intikam ve kan ile dünyanın iki çocuğundan birinin temsilcileri oldular.  Ve kimileri de her ne olursa olsun sadakatliklerinden, samimiyetlerinden taviz vermeyerek güzelliğin, Ademin ve halim, selim oğlunun temsilcileri oldular. 

Kimileri zerre kadar bir güzelliği insanlığın lehinekullandılar, kimileri de hırsın esiri olarak hep kendilerini büyük, hâkim gördüler; kendisi dışındakileri de hakir gördüler.

Şeytanları, tarihte ilk kan döken Kabili, Nemrut’u, Firavun’u, Kali Kula’yı, Kazıklı Voyvoda Vilademir İvan’ı, Mazdek ve İran Şahı Kavat’ı, Yezidi, Zalim Haccac’ı, Şeyh El Cebel Hasan El Sabbah’ı, Halepçe katliamı ile Saddam’ı, Sırp Kasabı Miloseviç’i, Kızılderilileri tarihten silenleri, demokrasi ve insan hakları adına dünyanın dört bir yanına kolu uzananları, huzurun ve insanlığın düşmanı olan PKK terörü ile Öcalanları, darbecileri ve arkasındaki ihanet şebekelerini; kısaca toprağa kan dökerek, hisleri kör ederek dünyanın huzurunu bozanlar bu dünyada yaşayarak hep kötülüğü kalıcı kıldılar. Ve arkasından ah, vah iniltileri ile memnuniyet ifade etmeyen temenniler, beddualar, lanetler bıraktılar. İşte Filistin bunun en yakın ve canlı örneği. Bunlara dünya kalmadı ve kötülükleri ise tek mirasları…

Dünyanın bir diğer yalancı gözlüğü; şatafatlı hayatlar, görkemli hayat yolculukları, çılgın hayat metotları, sonsuz eğlencelerle her şeyi elinde tutan zenginlerin hayatı.  Mutlulukları gölgeleyen, korkular kisvesinde sağlığının bozukluğu nedeni ile belki de birçok tattan mahrum kalan ağızlar, mideler... 

Onlara da hayat baki kalmadı, Onlar da zenginliklerinden yoksun bir şekilde dünyayı terk ettiler. Geçici üstünlükleri ise cesetlerini örten bezin biraz daha kaliteli olması. O da birkaç ay sonra adından bile söz ettirmez ve torak da bezin kalitesine aldanmaz. Kötü ve kötülüğü temsil edinenlere ve onların destekçilerine, arkadaşlarına ve dostlarına da bu dünya kalmadı.

Zaman, zemin, şartlar farklı olsa da kötülük hep isim değiştirerek yaşam sürdü bu hayatta. İnsanlar hep güçlerini kaybetmeyecek ve ölmeyecekmiş gibi inandılar ve öyle de yaşadılar.

Ben tok olayım başkası bana ne, hep ben iyi olayım başkası bana ne, bana dokunmasın da mantığı bencillik kisvesi ile maddi büyüklülerinin merceğinde dev oldu bazı güçlü insanlar. Şöhret sınırı kaybedildiğinde canavarlaştırdı insanı. Ya hırslar, şahsi menfaatler, ben merkezli yaklaşımlar, çıkarlar,koltuğun gücünü, makamın gücünü yanlış kullananlar…

Dün sosyal hayatın düzenini bozan kötü hasletler sınırlıydı. Bugün ise bu kötü hasletler değişik isimlerin adı altında ur gibi vücudu değil, vücutları öldürür halde mikroplar türemiş. Buluşlar altın çağını yaşarken, huzursuzluklar dünyayı sarar olmuş, huzursuzluk, kanaatsizlik karamsarlığın adı olmuş. Kötülükler, düşmanlar, düşmanlıklar, en yakınımızdakiler olmuş.

Bir de en büyük düşmanımız; kendimiz, nefsimiz, yanlışlarımız yok mu? Bir noktada kendi yanlışlarımıza, kötülüklere karşı bedel ödemek! Yiğitlik, yüreklilik, erkeklik mecaz anlamda kendisine alıcı bulmuş.

Dünyaya bir tuş ile ulaşmak mümkün iken, semalarda uçuşlar yeni dünyaları haber veriyorken, herkese yetecek kadar su, hava, toprak, güneş varken bu kirlilik, bu hazımsızlık, bu huzursuzluk, bu susuzluk niye, neden!